Ayasofya (Hagia Sophia), yaklaşık 1500 yıllık geçmişiyle Roma, Bizans ve Osmanlı uygarlıklarının izlerini taşıyan eşsiz bir yapıdır. Dünyanın en çok ziyaret edilen anıtlarından biri olup mimarlık tarihi açısından da "Dünyanın Sekizinci Harikası" olarak anılır.
537 yılında kilise olarak açıldığından beri 916 yıl kilise, İstanbul'un fethiyle 482 yıl cami, 1935'ten 2020'ye kadar da müze olarak hizmet vermiş; 2020'de tekrar cami statüsüne kavuşmuştur. Günümüzde
Ayasofya-i Kebir Camii olarak ibadete açık olmakla birlikte, tüm ziyaretçilere tarihin ve sanatın görkemini sunmaya devam etmektedir.
Tarihçe
Ayasofya ilk kez 4. yüzyılda Bizans İmparatoru I. Konstantin döneminde inşa edilen ahşap çatılı bir bazilika olarak ortaya çıktı. "Megale Ekklesia" (Büyük Kilise) adıyla anılan bu ilk yapı, 360 yılında imparator Constantius zamanında ibadete açıldı. Ancak 404 yılındaki halk ayaklanmaları sırasında çıkan yangında tamamen yandı. 415 yılında İmparator II. Theodosius aynı yerde ikinci bir Ayasofya'yı yaptırdı; bu yapı da bazilika planlı ve ahşap çatılıydı. Ne yazık ki ikinci Ayasofya da 532 yılındaki ünlü Nika Ayaklanması'nda isyancılar tarafından yakılıp yıkıldı.
İsyanı bastıran İmparator I. Jüstinyen (Justinian), kente yakışır şekilde çok daha büyük ve görkemli bir mabedin inşasına karar verdi. Dönemin en ünlü mimarları Trallesli Anthemios ve Miletli İsidoros'un yönetiminde 532 yılında başlayan inşaat, inanılmaz bir şekilde 5 yıl içinde tamamlanarak 537'de büyük bir törenle ibadete açıldı. Efsaneye göre, açılışta Ayasofya'nın ihtişamını gören Justinianus, "Ey Süleyman, seni geçtim!" diyerek Kudüs'teki Süleyman Mabedi'ne atıfta bulunmuştur.
6. yüzyıldaki depremlerde Ayasofya'nın dev kubbesi kısmen çöktü ve 558'de yeniden inşa edildi. Sonraki yüzyıllarda da 859, 869, 989 gibi yıllarda yangın ve depremlerle hasar görse de her defasında onarıldı. Özellikle 989 depreminden sonra Ermeni mimar Trdat tarafından kubbe ve kemerler güçlendirilerek yapı yeniden ayağa kaldırıldı. 1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferi sırasında İstanbul'u işgal eden Latinler, Ayasofya'yı ağır biçimde yağmaladılar; içerideki kutsal emanetlerin çoğu Avrupa'ya kaçırıldı. Latin Katolik kilisesi olarak kullanılan yapı, Bizans'ın 1261'de şehri geri almasıyla tekrar Ortodoks kilisesi haline geldi. Ancak 13. ve 14. yüzyıllarda Ayasofya bakımsızlık ve depremler nedeniyle bir süre kapalı kaldı; 1354'te halktan toplanan bağışlarla onarılarak yeniden ibadete açıldı.
29 Mayıs 1453'te İstanbul'un fethi, Ayasofya tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Fatih Sultan II. Mehmed, fetih sembolü olarak yaklaşık 916 yıldır kilise olan bu mabedi camiye çevirdi. Fetih günü Ayasofya'da ilk cuma namazı kılınarak yapı resmen cami oldu. Osmanlı dönemi boyunca Ayasofya, saygı ve özenle korunmuş; içindeki figürlü mozaiklerin büyük kısmı kazınmamış, sadece ince bir sıva tabakasıyla örtülerek tahribattan kurtarılmıştır. Osmanlılar zamanla yapıya uygun eklemeler yaptılar: Fatih devrinde bir ahşap minare eklendi (günümüze ulaşmadı), sonraki yıllarda II. Bayezid ve özellikle Mimar Sinan'ın döneminde payandalar ve üç yeni minare inşa edildi. Sinan, Ayasofya'yı güçlendirmek için yapının dışına kalın destek duvarları ve payandalar ekleyerek kubbenin ağırlığını dengeledi. Ayrıca yapı çevresine bir medrese, şadırvan, kütüphane, imaret gibi yapılar da ilave edilerek Ayasofya bir külliye halini aldı. Osmanlı padişahları dönem dönem Ayasofya'yı restore ettirdiler; örneğin Sultan Abdülmecid'in 1847'de yaptırdığı kapsamlı restorasyonda İsviçreli Fossati kardeşler mozaiklerin bir kısmını ortaya çıkarıp kaydettikten sonra yine kapatarak yapıyı güçlendirdiler. III. Murad döneminde eklenen mermer minber, I. Mahmud döneminde yapılan şadırvan ve kütüphane, III. Ahmed döneminde eklenen hünkar mahfili gibi dokunuşlar Ayasofya'nın Osmanlı devrindeki zenginleşen detaylarındandır.
Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra, 1931'de Ayasofya cami iken ibadete kapatıldı ve kapsamlı restorasyon çalışmaları başladı. Mustafa Kemal Atatürk ve dönemin hükümeti, Ayasofya'yı bir müze olarak insanlığın ortak mirasına sunmak istedi. Bakanlar Kurulu'nun 24 Kasım 1934 tarihli kararıyla Ayasofya camiden müzeye dönüştürüldü ve 1935 yılında resmen ziyarete açıldı. Müzeye dönüştürülürken yüz yıllardır sıva altında kalmış birçok mozaik tekrar gün ışığına çıkarıldı, yapının Hristiyan ve İslam mirası bir arada sergilendi. 1985 yılında Ayasofya, İstanbul’un Tarihî Alanları kapsamında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındı.
Temmuz 2020'de Türkiye Danıştay'ının kararı ve Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Ayasofya'nın müze statüsü iptal edilerek tekrar cami olarak ibadete açıldı. Günümüzde Ayasofya Camii, 24 saat ibadete açık bir cami olarak hizmet verirken, yerli ve yabancı ziyaretçiler için de tarihî bir müze işlevini fiilen sürdürüyor. Ziyaretçiler, namaz vakitleri dışında Ayasofya'nın muhteşem iç mekanını gezip hem Bizans hem Osmanlı eserlerini görme şansı bulabiliyor.
Mimari Özellikler
6. yüzyılda inşa edilen Ayasofya, erken Bizans mimarisinin en görkemli örneğidir. Yapı, bazilika planı ile merkezi kubbe planını birleştiren özgün tasarımıyla dönemin mühendislik harikası sayılır. 55,6 metre yüksekliğe ulaşan merkezî kubbesi, dört büyük paye üzerine oturur ve ağırlığı yarım kubbelerle desteklenir. Kubbenin kasnağında açılmış 40 pencere sayesinde iç mekana giren ışık, kubbeyi adeta havada süzülüyormuş gibi gösterir. İnşa edildiği dönemde bu kubbe o kadar etkileyiciydi ki dünyanın en büyük kubbesi unvanını uzun süre elinde tuttu. Gerçekten de Ayasofya, yaklaşık 1000 yıl boyunca dünyanın en büyük kapalı mekanı olup sonradan inşa edilecek sayısız mabede ilham vermiştir.
Ayasofya'nın ana yapısı üç neften oluşan bir dikdörtgen plan üzerine kuruludur. Ortadaki geniş orta nef, devasa kubbenin altında yer alır ve iki yanda yarım kubbelerle genişletilmiştir. İki katlı iç mekanda üst galeri, özellikle imparatorluk ailesi ve kadınlar için ayrılmıştı. Orta nefi çevreleyen mermer sütunlar ve kemerler, yapıya anıtsal bir görünüm kazandırır. İmparator Justinianus, imparatorluğun dört bir yanından en değerli malzemeleri Ayasofya'nın yapımı için getirtmiştir. Rivayete göre Efes'teki Artemis Tapınağı da dahil olmak üzere antik dünyanın önemli tapınaklarından alınan sütunlar, mermerler ve taşlar Ayasofya'nın inşasında kullanılmıştır. İç mekanda farklı renklerde mermer kaplamalar, sütun başlıklarındaki zarif işlemeler ve geniş kemer açıklıkları dikkat çeker.
Dışarıdan bakıldığında Ayasofya'nın nispeten sade görünen tuğla duvarlarını çevreleyen payandalar, yapının yüzyıllar içinde aldığı destek önlemleridir. Doğu Roma ve Osmanlı dönemlerinde, özellikle kubbe ve duvarların dayanıklılığını artırmak amacıyla dışarıdan payanda duvarları yapılmıştır. Bugün Ayasofya'nın arka cephelerinde görülen büyük payandaların bir kısmı Bizans, bir kısmı ise Mimar Sinan'ın eseri olup toplam 24 adettir. Ayasofya'nın dört köşesinde yükselen minareler, onun cami olarak kullanıldığı dönemin izleridir. Kuzeydoğu'daki ince minarenin Fatih Sultan Mehmed devrinde veya II. Bayezid döneminde yapıldığı düşünülürken, güneydoğudaki kalın minare ve batıdaki çifte minarelerin Mimar Sinan tarafından II. Selim ve III. Murad dönemlerinde eklendiği bilinmektedir. Farklı dönemlerde eklendikleri için minareler şekil ve kalınlık bakımından birbirinden ufak tefek farklılıklar gösterir, fakat genel siluette uyum içindedirler.
Ayasofya'nın iç mekânı, ziyaretçileri büyüleyici bir atmosferle karşılar. Geniş ana salonun ortasında, zemindeki yuvarlak desenli Omphalion bölümü göze çarpar. Bizans imparatorlarının taç giyme törenlerinin gerçekleştiği bu mermer daire, tarihte imparatorların kudretini simgeleyen noktaydı. Narteksten içeri girip ana mekana adım atanları, sağda ve solda yükselen büyük mermer sütunlar, üst galerileri taşıyan kemerler ve ortamdaki yarı karanlık loşluk içinde parıldayan altın yaldızlı mozaikler karşılar.
Bizans dönemi mozaikleri, Ayasofya'nın en kıymetli süslemelerindendir. Kubbenin, yarım kubbelerin ve apsisin içinde Hz. İsa, Hz. Meryem, baş melekler ve imparatorların tasvir edildiği görkemli mozaikler bulunur. Örneğin, apsiste Meryem Ana kucağında çocuk İsa ile tasvir edilmiştir. İmparator kapısının üzerindeki mozaikte İsa, Bizans İmparatoru VI. Leon'u kutsarken gösterilir; bu mozaikte Cebrail ve Meryem figürleri de yer alır. Güney galerideki ünlü Deisis Kompozisyonu (yaklaşık 13. yüzyıl) İsa, Meryem ve Yahya Peygamber (Vaftizci Yahya) tasvirleriyle Bizans resim sanatının zirvelerindendir. Yine üst galeride İmparatoriçe Zoe ve IX. Konstantinos ile II. İoannes Komnenos ve Eirene mozaiği gibi imparator portreleri içeren mozaikler, Ayasofya'ya bağış yapan imparatorların anısını yaşatır. Osmanlı döneminde bu figürlü mozaikler ince bir sıva ile kaplandığı için renkleri ve altın yaldızları bozulmadan günümüze ulaşmıştır.
Osmanlı döneminde Ayasofya'nın içine İslam sanatına özgü öğeler eklenmiştir. Apsis kısmına, yapının Kâbe yönüne hafifçe dönük olan mermerden bir mihrab yerleştirildi. Mihrabın iki yanına Kanuni Sultan Süleyman'ın Macaristan seferinden getirttiği dev bronz şamdanlar konuldu. Ayrıca çeşitli devirlerde farklı padişahlar tarafından yaptırılmış hat levhaları Ayasofya'yı süslemeye başladı. Bugün iç mekanda gördüğümüz, dünyanın en büyük hat levhaları arasında sayılan sekiz adet yuvarlak hat panosu, 1849'da hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Bu devasa yuvarlak levhalarda Allah, Muhammed, dört halife ve Hasan ile Hüseyin'in isimleri yazılıdır. Kubbenin tam ortasına denk gelen yuvarlak madalyonda ise Nur Suresi'nin 35. ayetinden "Allah, göklerin ve yerin nurudur" ibaresi işlenmiştir.
Ayasofya'nın yarım kubbelerinin pandantiflerinde dört büyük Seraphim meleği tasviri bulunur. Osmanlılar döneminde bu melek tasvirlerinin yüzleri sıva veya metal yıldızlarla kapatılmış, 2009'daki restorasyonda pandantiflerden birindeki melek yüzü açığa çıkarılarak ziyaretçilere gösterilmiştir. Ayrıca iç mekandaki mermer korkuluklar, mihrap önü hünkar mahfili, sultanların namaz kıldığı özel Hünkar Mahfili (Abdülmecid'in yaptırdığı 19. yy tarihli mahfil), müezzin mahfili, vaiz kürsüsü gibi eklemeler cami devrinin detaylarını yansıtır. Giriş kısmındaki İmparator Kapısı, 7 metre yüksekliğiyle Ayasofya'nın en büyük kapısıdır ve yalnızca imparator tarafından kullanıldığı için bu isimle anılır. Kapının kanatlarının, efsaneye göre Nuh'un Gemisi'nin tahtalarından yapıldığı rivayet edilir, bu da Ayasofya'nın mistik efsanelerinden biridir.
Kültürel ve Tarihi Önem
Ayasofya, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu boyunca devletin kalbi konumundaydı. Yaklaşık 900 yıl boyunca İstanbul Patriği'nin merkezi ve en büyük katedrali olarak hizmet vermiş, imparatorların taç giyme törenleri Ayasofya'da yapılmıştır. Bizans İmparatoru taç giyeceği zaman Omphalion üzerinde tahta çıkar, bu törenler Ayasofya'yı hem dini hem politik açıdan imparatorluğun merkezi haline getirirdi. 1054 yılındaki Büyük Şizma (Kilise ayrılığı) sırasında Ayasofya'da yaşanan karşılıklı aforozlar, yapıyı Hristiyanlık tarihinin önemli bir sahnesi yapmıştır. Aynı şekilde 1204 Latin istilasında Ayasofya'nın yağmalanması, Doğu-Batı dünyası arasındaki uçurumun sembolik bir olayıdır.
Osmanlı döneminde Ayasofya, fetih sembolü ve imparatorluğun göz bebeği olarak önemini sürdürdü. Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya'yı kendi özel mülkü ve vakfı ilan ederek koruma altına aldı. Ayasofya Camii, Osmanlı padişahlarının İstanbul'daki Cuma selamlığına çıktığı ve fetih kutlamalarının yapıldığı bir mabed oldu. Osmanlılar Ayasofya'yı o kadar önemsediler ki, onu örnek alarak yeni camiler inşa ettiler: Mimar Sinan'ın
Süleymaniye Camii ve Sultan Ahmet’in
Sultanahmet Camii (Blue Mosque) gibi eserlerinde Ayasofya'nın kubbe ve plan şemalarının etkisi görülür. Böylece Ayasofya, İslam mimarisini de derinden etkileyerek bir köprü görevi görmüştür.
Günümüzde Ayasofya, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer almakta ve evrensel bir kültür mirası olarak kabul edilmektedir. UNESCO, Ayasofya'yı Bizans ve Osmanlı dönemlerinin "Eşi benzeri olmayan mimari başyapıtlarından biri" şeklinde tanımlar. Ayasofya'nın özgün mimarisi ve görkemli dekorasyonu, inşa edildiği tarihten itibaren pek çok yapı için esin kaynağı olmuştur. Bunun en somut örnekleri, İstanbul'da ve dünya çapında yapılan büyük kubbeli kilise ve camilerdir. Ayasofya, yaklaşık 1500 yıl boyunca ayakta kalmasıyla da insanlığın ortak mirasına tanıklık etmektedir. Farklı dinlere ev sahipliği yapmış olması, onun hoşgörü ve kültürel zenginlik simgesi olarak görülmesine yol açmıştır. 1935-2020 arasında müze olarak hizmet verdiği dönemde milyonlarca insan Ayasofya'yı ziyaret ederek tarihî ve manevi atmosferini deneyimledi. 2020'de yeniden cami olduğunda da Ayasofya'nın evrensel değerinin korunması uluslararası camiada yakından takip edilmiş, UNESCO Ayasofya'nın evrensel değerine zarar verecek değişiklikler yapılmaması konusunda çağrılar yapmıştır. Bugün Ayasofya Camii, İstanbul'a gelen yerli-yabancı herkesin mutlaka görmek istediği, şehrin en önemli kültürel varlığı olmayı sürdürüyor.
Efsaneler
Tarihi bu denli eski ve görkemli olan Ayasofya hakkında, yüzyıllar boyunca sayısız efsane ve rivayet anlatılagelmiştir. Bu efsaneler, Bizans döneminde başlayıp Osmanlı döneminde de devam ederek Ayasofya'nın mistik yönünü beslemiştir. Özellikle halk arasında dilden dile aktarılan hikayeler, Ayasofya'yı bir mabed olmanın ötesinde efsanevi bir mekân haline getirir.
Bir rivayete göre Ayasofya'nın inşaatı sırasında İmparator Justinianus, inşaatın bir an önce tamamlanması için gece gündüz çalışılmasını emreder. Yorgun düşen işçilerin dinlendiği bir anda, inşaat alanında bekçilik yapan genç bir çocuğa Aziz Mikail (Mikail meleği) insan kılığında görünür. Mikail, çocuğa kısa bir süreliğine oradan ayrılmasını söyler ve "Dönene kadar ben burayı korurum" der. Çocuk geri dönmez ve bu yüzden Mikail'in Ayasofya'yı hâlâ koruduğuna inanılır. Bu efsane, Ayasofya'nın ilahi bir koruma altında olduğu fikrini doğurmuştur.
Bir diğer ünlü efsane, "Ağlayan Sütun" (Dilek Sütunu) ile ilgilidir. Kuzeybatı taraftaki mermer bir sütunun ortasında, parmağın girebileceği büyüklükte yuvarlak bir delik vardır. Bizans'tan bu yana süregelen inanışa göre, bu sütun mucizevî bir şekilde şifa dağıtmaktadır. İmparator Justinianus'un başı ağrırken bu sütuna başını yaslayıp ağrısının geçtiği anlatılır. Osmanlı döneminde ise ilk cuma namazı esnasında yapının kıbleye tam yönlenmemesi üzerine Hızır Aleyhisselam'ın bu sütuna elini koyarak Ayasofya'yı çevirmeye çalıştığı, tam o sırada biri tarafından görüldüğü için yarım kaldığı rivayet edilir. Günümüzde ziyaretçiler bu sütunun içine başparmağını sokup saat yönünde bir tam tur döndürerek dilek tutarlar; bu geleneğin temelinde söz konusu efsaneler bulunmaktadır.
Bir başka efsane, Ayasofya'nın giriş kapılarından birinin kanatlarının Nuh Peygamber'in ünlü Nuh'un Gemisi'nden alınan ahşaplardan yapılmış olmasıdır. Bu nedenle kapıdaki meşe ağacının kutsal sayıldığı söylenir. Ayrıca Osmanlı kaynaklarında bahsedilen bir hikâyede, Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethettiğinde Ayasofya'nın kubbesinde beyaz kıyafetli nurani bir ihtiyarın dolaştığı ve Fatih içeri girince kaybolduğu anlatılır. Bunun fethin manevi destekçisine işaret ettiğine inanılmıştır. Tüm bu efsaneler, Ayasofya'nın sadece taş ve tuğladan ibaret bir yapı olmadığını, aynı zamanda hayal gücünde ve inanç dünyasında yer etmiş bir menkıbe hazinesi olduğunu gösteriyor.
Az Bilinenler ve İlginç Detaylar
Ayasofya ile ilgili herkesin duymadığı pek çok ilginç bilgi ve detay da mevcut. Örneğin, Ayasofya'nın üst galerilerinden birinde, mermer korkulukta Viking runik yazıları bulunmuştur. 9. yüzyılda İstanbul'a gelen Vareg Muhafızları'ndan (Bizans'ın Viking asıllı paralı askerleri) biri, adını Ayasofya'nın duvarına kazımıştır. Bu yazı başlangıçta duvardaki çatlak sanılsa da yapılan araştırmalar sonucu Viking alfabesiyle yazıldığı ve "Halvdan burada idi" anlamına geldiği anlaşılmıştır. Yani bir Viking savaşçısı, 1100 yıl kadar önce Ayasofya'nın ikinci katındaki galeride kendi varlığını ölümsüzleştirmiştir. Bu küçük ayrıntı, Ayasofya'nın dünya tarihinin farklı aktörlerine de sahne olduğunun somut bir kanıtıdır.
Ayasofya'nın kedileri de az bilinen ama sevilen detaylardandır. Özellikle Gli adlı sevimli kedi, müze döneminde yıllarca Ayasofya'da yaşamış ve turistlerin ilgi odağı olmuştur. Yeşil gözleri ve güler yüzlü ifadesiyle tanınan Gli, Ayasofya'nın adeta maskotu haline gelmişti. Hatta 2009'da Ayasofya'yı gezen ABD Başkanı Barack Obama bile Gli'yi severken görüntülenmiş, bu fotoğraf sayesinde Gli dünya çapında üne kavuşmuştu. 2020'de Ayasofya cami olduğunda Gli'nin akıbeti merak konusu olunca, yetkililer Gli'nin Ayasofya'da kalacağını ve caminin "Sakinlerinden" biri olmaya devam edeceğini açıklamıştı. Gli ne yazık ki 2020 sonunda yaşlılığa bağlı sebeplerle hayatını kaybetse de Ayasofya'nın hatıralarında yaşamaya devam ediyor. Günümüzde de Ayasofya avlusunda ve bahçesinde farklı kediler görmek mümkün; İstanbulluların ve turistlerin sevgisini kazanan bu kediler, yapının sıcak ve canlı atmosferinin bir parçası haline gelmiştir.
Bunun yanında Ayasofya'nın üst galerilerinde gizli kalmış diğer ayrıntılar da ziyaretçileri şaşırtabilir. Örneğin üst kattaki mermer panolarda, haç figürlerinin uçlarının Osmanlı döneminde çizilerek silik hale getirildiği fark edilir; bu, cami döneminde putperestlik izi olarak görülmemesi için yapılan küçük bir müdahaledir. Yine üst galeride Latin istilası lideri Enrico Dandolo'nun sembolik mezar taşı bulunmaktadır. 1204'te İstanbul'u işgal eden Venedik Doçu Dandolo, Ayasofya'da öldükten sonra buraya gömülmüştü; bugün mermer bir plaka ile işaretlenen yeri ziyaretçiler için sürpriz niteliğindedir. Ayrıca Ayasofya'nın bahçesinde Osmanlı sultanları II. Selim, III. Murad, III. Mehmed başta olmak üzere birkaç padişahın ve aile üyelerinin türbeleri yer alır. Birçok kişi Ana yapıyı gezerken bu türbeleri gözden kaçırsa da, avludaki bu tarihî türbeler Osmanlı dönemi mezar anıtı sanatının güzel örnekleridir.
Son olarak, Ayasofya'nın zeminindeki mermer desenlerde ve duvar süslemelerinde bulunan eşsiz detaylar da keşfedilmeyi bekler. Mermer kaplamalardaki simetrik motifler, binanın akustik yapısını güçlendiren büyük küpler (Bergama'dan getirilen 1250 litrelik mermer su küpleri) ve koridorlardaki aşınmış taş zemin, bu yapının asırlardır milyonlarca ayak tarafından adımlandığını hissettirir. Ayasofya, görünen büyük ihtişamının yanı sıra, böyle küçük ve az bilinen ayrıntılarıyla da ziyaretçilerini her seferinde şaşırtan yaşayan bir tarih hazinesidir.
Yatla Boğaz'dan Keşif
İstanbul'un tarihî yarımadasında, yüzyıllardır değişmeyen bir ağırlıkla yükselen Ayasofya, sadece bir yapı değil; bir çağın hafızasıdır. Onu ilk kez görenlerin içini titretmesi boşuna değildir. Ancak bu görkemli yapıyı yalnızca ön cephesinden, meydandan ya da içinden görmekle yetinmek, hikâyenin sadece yarısını okumak gibidir. Ayasofya'nın gerçek gücünü anlamak isteyenler için bir de Boğaz'dan bakmak gerekir. Ve bu noktada İstanbul'da
yat kiralamak, manzaraya sadece bakmakla kalmayıp içine girmenin en zarif yollarından biridir.
Ayasofya'nın geniş kütlesi, kırmızıya çalan dış duvarları, yükselen minareleri ve zamanla sararmış kubbesiyle birlikte, deniz seviyesinden bakıldığında şehrin silüetinde adeta bir pusula gibi öne çıkar. Bir tekneyle Boğaz'da süzülürken, özellikle sabah saatlerinde arkasındaki gökyüzüne karşı koyu gövdesiyle belirir ve gözlerinizi ondan alamazsınız. O an, Ayasofya sadece bir mimari yapı değil, tarihin bizzat kendisi gibi görünür.
Günümüzde İstanbul'da saatlik olarak yat kiralamanız, bu eşsiz anlara ulaşmanızı mümkün kılıyor. Kalabalık ve sabit rotalı turlardan farklı olarak, size özel bir yatın güvertesinden Ayasofya'ya bakmak, hem fiziksel hem duygusal mesafeleri ortadan kaldırır. Sadece görmek değil, anlamak isterseniz bu tür bir deneyim, sıradan bir geziden çok daha fazlasını sunar.
Ayasofya'nın çevresindeki yapıların Boğaz'dan nasıl bir arka plan oluşturduğunu fark etmek bile başlı başına bir keşiftir. Özellikle gün batımında deniz üzerindeyken, Ayasofya'nın taş duvarları kızıl ışıkla parladığında, bu anı karadan yakalamak imkânsıza yakındır. İşte bu yüzden, şehri farklı bir gözle izlemek isteyenlerin yat kiralamayı tercih etmesi kaçınılmazdır.
Bir döneme tanıklık etmiş bu yapının önünden, sadece size ait bir rotayla geçmek, İstanbul'la kurduğunuz bağı derinleştirir. Eğer kalabalıklardan uzak, sessiz ama etkileyici bir an yaşamak istiyorsanız, yat kiralayarak Ayasofya'nın karşısında durmak, şehrin size başka bir yüzünü gösterir. Bu yalnızca bir manzara değil, geçmişle kurulan sessiz bir konuşmadır.
Boğaz boyunca uzanan saraylar, camiler, yalılar arasında Ayasofya'nın duruşu bambaşkadır. Ne kıyıya dayanır, ne suya karışır ama uzaktan bakıldığında bütün hikâyeyi toparlar. Onu denizden izlemek, sadece görsel bir deneyim değil; İstanbul'u anlamaya açılan bir penceredir. Ve o pencerenin kanadını açmak için en doğru yer, teknenin güvertesidir.