İstanbul'un yedi tepesinden birine kurulu, dört minaresiyle göğe meydan okuyan Süleymaniye Camii, sadece bir ibadethane değil; Osmanlı'nın kudretini, estetik anlayışını ve mühendislik bilgisini tek yapıda birleştiren abidevi bir eserdir.
Tarihi yarımadanın kalbinde yükselen bu cami, Kanuni Sultan Süleyman'ın ismini taşıdığı kadar, mimarisiyle de Mimar Sinan'ın ustalığını temsil eder. İstanbul silüetinin değişmez parçalarından biri olan Süleymaniye, Haliç'ten Boğaz'a uzanan bakışta şehrin taşlara işlenmiş özgüvenidir. 1550–1557 yılları arasında inşa edilen cami, hem konumuyla hem de mimarisiyle şehri yukarıdan kucaklayan bir perspektife sahiptir. Kimi zaman sisin içinde zar zor seçilen, kimi zaman gün batımında altın ışıklarla parlayan bu yapı, hem İstanbul'un ruhunu hem de geçmişin izlerini üzerinde taşır. Bugün hâlâ ibadete açık olan cami, aynı zamanda turistlerin, mimarlık meraklılarının ve tarih tutkunlarının vazgeçilmez rotalarından biridir.
Tarihçe
Osmanlı İmparatorluğu'nun zirve döneminde, Kanuni Sultan Süleyman (I. Süleyman) tarafından yaptırılan
Süleymaniye Camii, 1550-1557 yılları arasında inşa edilmiştir. Dönemin baş mimarı Mimar Sinan'ın "Kalfalık eserim" dediği bu muhteşem yapı, padişahın kendi adına İstanbul'da inşa ettirdiği en görkemli camidir. Sultan Süleyman, İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü Osmanlı hükümdarı ve saltanat sırasına göre onuncu padişahıydı; nitekim camiye dört minare yapılması ve bu minarelerde toplam on şerefe bulunması da bu durumu sembolik olarak vurgulamaktaydı. Kanuni, bu camiyi yaptırırken Bizans'ın Ayasofya'sına denk bir eser ortaya koymayı, hatta onun ihtişamını aşmayı arzuluyordu. Gerçekten de Süleymaniye, boyut olarak Ayasofya'dan az küçük olsa da çok daha zarif ve mükemmel orantılara sahip bir yapı olarak kabul edilir.
İstanbul'un tarihi yarımadasındaki yedi tepeden üçüncüsüne konumlanan caminin temeli 1550 yılında görkemli bir törenle atılmıştır. Bizzat Sultan Süleyman'ın da katıldığı temel atma merasiminde, devrin ünlü Şeyhülislam'ı Ebussuud Efendi ilk taşı kıble duvarına yerleştirmiş, dualar edilip kurbanlar kesilmiştir. İnşaatın başlamasıyla birlikte imparatorluğun dört bir yanından usta ve malzeme sevkiyatı yapılmıştır. Binlerce taş ustası, marangoz, nakkaş ve işçi, Haznedar'dan İzmit'e, Gazze'den Marmara Adası'na kadar pek çok bölgeden getirilen taş, mermer, kereste gibi malzemelerle harıl harıl çalışmıştır. İnşaatta döneminin Müslüman ve Hristiyan ustaları birlikte emek vermiş; hatta esir alınmış kürek mahkûmları dahi çalıştırılmıştır. Yapım sürecinde Davutpaşa ve İznik gibi yerlerden kaliteli taşlar, Marmara Adası'ndan beyaz mermerler getirilmiş; dev granit sütunlar Lübnan'daki Baalbek'ten, kırmızı porfir sütunlar Mısır'daki eski tapınaklardan temin edilip gemilerle İstanbul'a taşınmıştır. İnşaat hiç durmadan, sadece cuma ve bayram günleri ara verilerek, kışın bile devam etmiştir.
Yaklaşık yedi yıl süren yoğun çalışma sonucunda külliye ile birlikte caminin inşası 1557'de tamamlanmıştır. Bu süre, böylesine görkemli bir yapı için oldukça kısadır; nitekim Avrupa'daki St. Paul Katedrali'nin 35 yıla, Vatikan'daki San Pietro (Aziz Petrus) Bazilikası'nın 150 yıla yakın zamanda bitirildiği düşünülürse, Süleymaniye'nin 7 yılda bitirilmesi Osmanlı'nın organizasyon gücünü gösterir. Projenin maliyeti de çok büyüktü: arşiv kayıtlarına göre inşaat, imparatorluğun yıllık bütçesinin üçte birine denk gelen 59 milyon akçe gibi bir harcama gerektirmiştir. Bu bütçenin büyük kısmı usta ve işçi yevmiyelerine ayrılmış, kalanıyla malzeme masrafları karşılanmıştır. İnşaat süresince ortalama 2.000'in üzerinde kişinin aynı anda çalıştığı, toplamda 3.500'ü aşkın işçinin emek verdiği belirtilmektedir.
1557 yılının 15 Ekim Cuma günü cami ibadete açılmıştır. Açılış töreninde yaşanan anlamlı bir olay, Mimar Sinan'ın emeğine verilen değeri gösterir. Rivayete göre Sultan Süleyman, caminin anahtarını Sinan’a teslim ederek "Bu Allah evini (Beytullah'ı) senin açman daha doğru olur" demiş ve büyük mimar, "Ya Fettah!" nidalarıyla caminin kapılarını açmıştır. Bu jest, padişahın mimarına duyduğu güven ve minnettarlığın ifadesidir.
Süleymaniye Camii, sadece inşa edildiği dönemde değil, sonraki asırlarda da İstanbul'un en önemli yapılarından biri olarak varlığını sürdürdü. Ancak tarih boyunca deprem ve yangın gibi felaketlerden nasibini almıştır. 1660 yılındaki büyük İstanbul yangınında cami ciddi hasar gördü; IV. Mehmed döneminde onarılarak bu dönemin zevkine uygun bazı barok eklemeler yapılsa da bu restorasyon orijinal Mimar Sinan üslubuna zarar vermiştir. 1766 depreminde ana kubbenin bir kısmı çökmüş, süslemelerin kalanı da hasar görmüştür. 19. yüzyılda Fossati kardeşler gibi mimarların girişimiyle cami tekrar klasik üslubuna uygun şekilde onarılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında avlusu cephane deposu olarak kullanılan Süleymaniye, cephanelerin infilak etmesiyle yeniden yangın geçirmiş ve büyük zarar görmüştür. Uzun bir bakımsızlık döneminin ardından ancak 1956'da kapsamlı bir restorasyonla eski görkemine kavuşturulabilmiştir. Son olarak 2007-2010 yılları arasında cami ve çevresinde kapsamlı restorasyon çalışmaları yapılmış, külliyenin bazı birimlerindeki onarım çalışmaları ise halen devam etmektedir. Süleymaniye Camii ve Külliyesi, 1985 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası listesinde, "İstanbul'un Tarihî Alanları" bütününün bir parçası olarak korunmaktadır.
Mimari Özellikler
Mimar Sinan'ın dehasını yansıtan Süleymaniye Camii, klasik Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. Yapı, depremlere karşı üstün mühendislik çözümleri sayesinde inşa edildiği 16. yüzyıldan günümüze İstanbul'da meydana gelen yüzü aşkın depremde bile tek bir çatlak dahi almamıştır. Bu dayanıklılığın temelinde, caminin inşa edildiği tepenin zeminine kadar inen sağlam temel yapısı ve eşsiz tasarım yaklaşımı yatar. Temelde su yalıtımı ve drenaj kanalları kullanılarak zemindeki nem ve suyun yapıdan uzaklaştırılması sağlanmıştır. Nitekim yakın dönemde yapılan araştırmalarda, cami temelinin altından Haliç'e doğru uzanan su drenaj tünelleri ve boruları keşfedilmiştir. Bu sayede toprak kayması ve zemin sıvılaşması riskine karşı 16. yüzyılda geliştirilen önlemler, modern mühendislik tekniklerini andıran bir koruma sağlamıştır.
Caminin planı, merkezi büyük kubbe etrafında yarım kubbeler ve kemerlerle oluşturulan dengeli bir simetriye sahiptir. Ana kubbe, yaklaşık 53 metre yükseklikte ve 27,5 metre çapındadır. Bu kubbe, tıpkı
Ayasofya'da olduğu gibi iki yarım kubbe ile desteklenmiş, ayrıca köşelerde küçük kubbeciklerle kademeli bir geçiş sağlanmıştır. Kubbenin ağırlığı dört büyük payeye halk arasında "Fil ayağı" denen masif sütunlara bindirilmiştir. Bu sütunlar o kadar büyüktür ki, bunların her biri için Sinan uzak diyarlardan malzeme getirtmiştir: Dördünden ikisi Lübnan'daki Baalbek'ten çıkarılan devasa yekpare sütunlar, diğer ikisi ise Mısır'daki eski tapınaklardan sökülen porfir sütunlardır. Caminin ana mekânını taşıyan bu dört payenin, İslam'da dört büyük halife olarak anılan Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'yi temsil ettiğine dair yorumlar da mevcuttur.
İç mekân, yaklaşık 69×63 metre boyutlarıyla neredeyse kareye yakın geniş bir alan sunar. Bu geniş mekân, dönemin diğer ibadethanelerinde görülen çok sütunlu bazilika düzeninden farklı olarak, maksimum açıklık ve ferahlık hedefiyle tasarlanmıştır. Sinan, ana kubbeyi taşıyan yarım kubbeler ve kemer sistemini öyle ustalıkla kurgulamıştır ki içerideki ağırlık dört bir yana eşit dağılırken, duvarların üzerine açılan çok sayıda pencere sayesinde mekân bol ışık alır. Nitekim sadece kubbe eteğinde 32 pencere bulunmaktadır. Gündüzleri bu pencerelerden süzülen gün ışığı, geceleri ise avizelere asılan kandiller sayesinde cami içi aydınlatılırdı. Mimar Sinan, kandillerden çıkan isin duvarları karartmasını önlemek için dahiyane bir havalandırma sistemi kurmuştur. İçeride yükselen isli hava akımı, ana giriş kapısının üzerindeki özel odacığa yönlendirilip burada kurum (is) olarak biriktirilecek şekilde tasarlanmıştır. Bu biriken islerden mürekkep yapımında yararlanılmış, böylece caminin aydınlatması ile hat sanatı arasında ustaca bir bağ kurulmuştur.
Caminin dört bir yanını çevreleyen avlu (harem avlusu), en az caminin iç mekânı kadar etkileyicidir. Beyaz mermer döşemeleriyle ışıl ışıl parladığı için tarihte "Beyaz Avlu" olarak da anılan avlu, ortasında dikdörtgen bir şadırvana sahiptir. Avlunun üç tarafı revaklarla (kemerli revaklı galeriler) çevrilidir ve toplam 28 kubbecikle örtülmüştür. Avlunun kıbleye bakan tarafında, cami duvarına bitişik olarak "Son cemaat yeri" denilen kısım bulunur; burası 8 sütun üzerine oturan 9 küçük kubbe ile örtülüdür. Avlunun köşelerinden yükselen dört minare, Süleymaniye'nin silüetini tamamlar. Camiye bitişik olan iki yüksek minare 76 metre boyunda olup üçer şerefeye sahiptir; avlunun giriş tarafındaki iki daha kısa minare ise 56 metre yüksekliğinde ve ikişer şerefelidir. Bu minarelerin sayısı ve şerefe adedi, daha önce belirtildiği gibi Kanuni'nin unvanına dair sembolik bir anlama sahiptir ve İstanbul'da padişah eliyle yaptırılan camilere mahsus bir uygulamadır. Minarelerin ince uzun gövdeleri ve kubbelerle uyum içindeki dizilişi, yapının dış görünüşüne piramit biçiminde heybetli bir silüet kazandırır. Özellikle uzak mesafelerden bakıldığında, küçük kubbelerden ana kubbeye doğru yükselen kademeli çatı hattı, İstanbul ufkunda Süleymaniye'yi hemen fark edilir kılar.
İç ve dış süslemeler, dönemin sanat anlayışına uygun olarak oldukça dengeli ve ölçülüdür. Süleymaniye Camii, kimi Osmanlı camileri gibi tamamen çini ile kaplı olmaktan ziyade sınırlı fakat etkileyici süslemelere sahiptir. Mihrap duvarında ve pencerelerin etrafında seçkin İznik çinileri kullanılmış, toplam çini sayısının 4.300 adet civarında olduğu tespit edilmiştir. Mihrabın iki yanındaki büyük dairesel çini panolarda Fetih Suresi'nden ayetler, ana kubbenin merkezinde ise Fatır Suresi 41. ayet hattat işçiliğiyle yazılmıştır. Cami yazılarını devrin ünlü hattatı Hasan Çelebi hazırlamıştır; Hasan Çelebi, hat sanatını hocası Karahisari Ahmet'ten devralarak caminin hat işleriyle uğraşmış, ancak ustası Karahisari'nin gözü görmez olunca işi tamamen üstlenmiştir. Ayrıca caminin vitray pencereleri, "Sarhoş İbrahim" lakabıyla bilinen usta tarafından yapılmış olup renkli camların ahengiyle iç mekâna ayrı bir güzellik katmaktadır. Mihrabı, minberi ve vaaz kürsüsü, abanoz ağacından son derece ince oymalı ahşap işçilik örnekleridir ve dönemin en mahir ustalarının elinden çıkmıştır. Mermer işçiliğinde ve taş süslemelerde de sadelik içinde bir zarafet göze çarpar; duvarlardaki geometrik ve bitkisel motifli kalem işleri caminin ruhani atmosferini tamamlar niteliktedir.
Süleymaniye aynı zamanda bir külliyenin merkezi yapısıdır. Camiyle birlikte tasarlanan Süleymaniye Külliyesi, Osmanlı'nın "Şehir içinde şehir" diyebileceğimiz kapsamlı sosyal komplekslerinden biridir. Külliye bünyesinde dört adet medrese (dini eğitim kurumu), bir darülhadis (hadis okulu), bir tıp medresesi (tıphane), bir darülkurra (Kur'an okuma okulu), sıbyan mektebi (ilkokul), hastane (darüşşifa), imaret (aşevi), kervansaray (misafirhane), hamam, kütüphane, darüzziyafe (ziyafet veya yemek bölümü) ve çeşitli dükkânlar yer almaktadır. Bu yapılar U şeklinde bir yerleşim planıyla caminin etrafına konumlanmıştır. Külliyenin bir parçası olan kütüphane, günümüzde de varlığını sürdüren Süleymaniye Kütüphanesi'dir ve 100.000'den fazla elyazması eseri barındıran çok kıymetli bir koleksiyona sahiptir. Cami avlusunun güney tarafında, Haliç'e nazır bahçede Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan'ın türbelerinin yer aldığı hazire (türbe avlusu) bulunur. Kanuni'nin sekizgen planlı kubbeli türbesinin içi, gökyüzünde parlayan yıldızları andırması amacıyla kubbe tavanına yerleştirilen pırlanta taşlarla süslenmiştir. Hürrem Sultan'ın türbesi de yine aynı hazirede, zarif İznik çinileriyle bezelidir. Bunların yanı sıra, avludaki hazirede II. Süleyman ve II. Ahmed gibi Osmanlı sultanlarının mezarları da bulunmaktadır. Cami ile aynı hizada, kıble tarafındaki dış avlu duvarının hemen karşısında ise Mimar Sinan'ın kendi türbesi yer alır. Sinan, Süleymaniye'nin inşasını tamamladıktan yıllar sonra 1588'de vefat ettiğinde, isteği üzerine bu mütevazı türbeye defnedilmiştir. Koca Sinan'ın sade kabri, eserinin hemen yanı başında, adeta ustasının büyüklüğünü tevazu ile yansıtan bir duruş sergiler.
Kültürel ve Toplumsal Önem
Süleymaniye Camii ve Külliyesi, yalnızca bir ibadethane olmayıp asırlar boyunca İstanbul'un sosyal hayatının kalbinin attığı bir merkez olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, camiyi çevreleyen külliye aracılığıyla hayır işleri ve sosyal hizmetleri de organize etmiştir. Külliyedeki imarette her gün Müslüman, Hristiyan, Musevi ayrımı gözetmeksizin yaklaşık 1.000 fakir doyurulur, ihtiyacı olan herkes buradan ücretsiz yemek alabilirdi. Bu yönüyle Süleymaniye, dinî işlevinin yanı sıra toplumsal dayanışmanın sembolü haline gelmiştir. Darüşşifa adlı hastanesiyle hastalara şifa dağıtmış, medreseleriyle alimler ve devlet adamları yetiştirmiştir. Yani cami etrafında kurulan bu kompleks, Osmanlı toplumunda eğitimden sağlığa, barınmadan beslenmeye kadar pek çok ihtiyacı karşılayan bir vakıf sistemi olarak hizmet vermiştir. Bu durum, Osmanlı'da camilerin yalnızca ibadet mekanı değil, aynı zamanda sosyal devlet anlayışının bir yansıması olduğunu gösterir.
Süleymaniye Camii, mimarisi ve manevi atmosferiyle yüzyıllar boyunca İstanbul halkının gönlünde müstesna bir yer edinmiştir. 16. yüzyılda açılışından itibaren halkın yoğun ilgisiyle karşılaşan cami, Evliya Çelebi gibi gezginlerin de övgülerine mazhar olmuştur. Evliya Çelebi, Süleymaniye'yi "İstanbul’un en güzel manzaralarından birine sahip, şehrin her köşesinden görülebilen bir eser" olarak tasvir eder. Gerçekten de cami, Haliç'e bakan hakim bir tepede yer aldığı için İstanbul'un hemen her yerinden minareleriyle seçilir; şehrin silüetinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu konumu sayesinde Süleymaniye, İstanbul'a deniz yoluyla gelen seyyahlar ve elçiler için de daha girişte görülen ilk muhteşem yapı olmuş, Osmanlı'nın kudretini ve ihtişamını daha uzaktan hissettirmiştir.
Caminin manevi değeri özellikle mübarek gün ve gecelerde daha da belirgin hale gelir. Kandil gecelerinde minareleri arasında yakılan mahyalar, geçmişten bugüne sürdürülen bir gelenek olarak Süleymaniye'nin semasına nur saçar. Ramazan ayında teravih namazları ve Kadir Gecesi gibi özel gecelerde cami içi ve avlusu cemaatle dolup taşar, avlusunda kurulan iftar sofraları yardımlaşma ve birlik duygularını pekiştirir. Bayram namazlarında ise Süleymaniye'de saf tutmak, İstanbul'da yaşayan pek çok kişi için manevi bir huzur ve gurur kaynağıdır. Ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiirinde, bu camideki bayram namazı atmosferini ölümsüz dizelerle betimlemesi, Süleymaniye'nin Türk edebiyatı ve kültüründeki yerine güzel bir örnektir. Bunun dışında cami, pek çok ressamın tablolarına, fotoğraf sanatçılarının karelerine, edebiyatçıların satırlarına ilham olmuştur.
Günümüzde Süleymaniye Camii, İstanbul'u ziyaret eden yerli yabancı turistlerin de uğrak noktalarından biridir. Tarihî yarımadanın gezilecek yerleri arasında üst sıralarda yer alan cami, ziyaretçilerine Osmanlı'nın altın çağından kalma bir atmosfer sunar. Camiye adım atanlar, 16. yüzyıldan kalan ahşap işlemeler, çini süslemeler ve kubbedeki enfes akustiğin arasında gezerek adeta zamanda yolculuğa çıkarlar. Bununla birlikte Süleymaniye hâlâ yaşayan bir ibadethanedir; beş vakit ezan okunur, cemaatle namaz kılınır. Civarındaki halk için bir buluşma ve dinlenme mekanıdır aynı zamanda. Öğrenciler, esnaflar ve semt sakinleri günün belli saatlerinde avluda soluklanır, Haliç manzarasına karşı çaylarını yudumlar. Süleymaniye semti, caminin etrafında gelişen tarihî dokusuyla ünlüdür; özellikle cami civarındaki kuru fasulye lokantaları ve Osmanlı mutfağının tatlılarıyla meşhur mekanlar, hem turistlerin hem İstanbulluların ilgisini çeker. Bu sayede cami ziyareti, beraberinde kültürel ve gastronomik bir deneyime de dönüşür.
Özetle Süleymaniye Camii, asırlardır İstanbul'un dini hayatının olduğu kadar sosyal ve kültürel yaşamının da merkezinde yer almış bir anıttır. Osmanlı'nın kudretinin sembolü olarak inşa edilen bu eser, günümüzde de dimdik ayakta durarak hem geçmişe tanıklık etmekte hem de gelecek nesillere ilham vermektedir. İstanbulluların gönlünde "Süleymaniye" adı hala ihtişam, güven ve maneviyatla eş anlamlıdır.
Az Bilinenler
Süleymaniye Camii hakkında, onu daha da özel kılan pek çok ilginç detay ve efsanevi anlatım bulunmaktadır. Bu bölümde, caminin pek bilinmeyen yönlerine ve hikâyelerine değineceğiz:
Mimar Sinan'ın "Kalfalık Eseri"
Mimar Sinan, mesleki tecrübesini üç döneme ayırır: Çıraklık, kalfalık ve ustalık. Sinan'ın ifadesine göre çıraklık döneminin eseri Şehzade Camii, kalfalık döneminin (olgunluk çağı) eseri Süleymaniye Camii, ustalık eserim dediği ise Edirne'deki Selimiye Camii'dir. Bu sınıflandırma, Süleymaniye'nin Sinan'ın kariyerindeki yerini vurgular. Gerçekten de Süleymaniye, Sinan'ın tüm birikimini ortaya koyduğu, ancak henüz zirve yapmadığı bir dönemine denk düşer; sonraki ustalık şaheseri Selimiye ile birlikte düşünüldüğünde Süleymaniye'nin klasik mimarideki önemi daha iyi anlaşılır.
"Cevahir Minare" Efsanesi
Rivayete göre Sultan Süleyman, caminin inşası sırasında Mimar Sinan'a bazı değerli süs taşları (cevherler) gönderir ve bunların inşaatta kullanılmasını emreder. Sinan da padişahın emrine uyarak bu kıymetli taşları havanda dövdürüp adeta pirinç tanesi haline getirir ve minarelerden birinin harcına katar. Cami tamamlanıp minareler ortaya çıktığında, halk minarenin dış yüzeyindeki ışıl ışıl parıltıyı fark eder. İşte o zaman bu minareye "Cevahir Minaresi" (Mücevher Minare) adı verilir. Gerçekte harca katılan cevherlerin yapıyı ne kadar süslediği bilinmez ancak bu efsane, caminin ihtişamına ihtişam katan yaratıcı bir anlatım olarak dilden dile günümüze ulaşmıştır.
Akustik Mucizesi
Süleymaniye Camii'nin iç mekan akustiği, Sinan'ın mühendislik dehasının bir başka göstergesidir. Caminin içinde imamın sesi, mikrofon kullanmaksızın bile en arka saflara kadar net şekilde ulaşabilir. Bunu sağlamak için Sinan çeşitli yenilikçi yöntemlere başvurmuştur. Örneğin, kubbe ve kemerlerin belirli noktalarına içi boş testiler ve küpler yerleştirerek rezonans odacıkları oluşturduğu bilinmektedir. Kaynaklara göre kubbe eteğine ve köşelere yerleştirilen 64 adet boş toprak küp, ses dalgalarını emip dağıtarak yankıyı önlemekte ve sesi güçlendirmektedir. Hatta bazı araştırmacılar, daha küçük boyutlu yüzlerce küpün de kubbe içine gizlendiğini öne sürer. Ayrıca caminin zemininde stratejik noktalarda bırakılan boşluklar ve hava kanalları, sesin homojen yayılmasına katkı sunar. Tüm bu önlemler sayesinde Süleymaniye'nin akustiği adeta bir konser salonu kadar kusursuzdur. Nitekim Sinan, böyle devasa bir mekânda imamın ve müezzinin sesinin her köşeye ulaşmasını, cemaatin tek vücut halinde ibadete katılmasını hedeflemiştir.
İs Odası ve Mürekkep
Süleymaniye Camii'nde uygulanan eşsiz havalandırma sistemi, sadece temiz hava sağlamakla kalmamış, aynı zamanda sanatkarane bir amaca hizmet etmiştir. İç mekânı aydınlatan yüzlerce kandil ve meşalenin çıkardığı is, özel bir hava akımı tasarımıyla ana giriş kapısının üstündeki küçük bir odada toplanacak şekilde yönlendirilmiştir. Bu odaya "İs Odası" denir. Biriken isler daha sonra toplanarak süzülmüş ve mürekkep yapımında kullanılmıştır. Osmanlı hattatlarının kullandığı en kaliteli mürekkeplerden birinin bu yöntemle elde edildiği, Süleymaniye'nin is mürekkeplerinin özellikle dayanıklı ve güzel olduğu tarihi kayıtlarda geçmektedir. Böylece caminin aydınlatması sırasında ortaya çıkan is dahi değerlendirilecek, caminin duvarları tertemiz kalırken ortaya sanat eserleri çıkaracak bir döngü kurulmuştur.
Devekuşu Yumurtaları
Sinan'ın çevreci ve pratik zekâsının bir diğer örneği, caminin avizelerine astığı devekuşu yumurtalarıdır. Eskiden caminin iç mekanındaki büyük avizelerde kandillerle birlikte asılı duran devekuşu yumurtaları göze çarpardı. Bu yumurtalar estetik bir detay olmanın ötesinde, böcek ve örümcekleri uzak tutma işlevi görüyordu. Rivayete göre, hafifçe delinmiş devekuşu yumurtaları ortama öyle bir koku salgılıyordu ki örümcekler bu kokudan hoşlanmıyor ve ağ kurmak için caminin köşelerine yaklaşmıyordu. Gerçekten de Süleymaniye'nin kubbe ve duvarlarında örümcek ağı oluşumunun çok az olması bu yöntemle açıklanır. Böylece Sinan, caminin temizliğini ve estetiğini korumak için doğal bir çözüm geliştirmiş oluyordu. Günümüzde orijinal yumurtalar sergilenmese de, bu ilginç uygulamanın hikayesi ziyaretçilere anlatılmaktadır.
"Eğri Minare" Hikâyesi
Halk arasında dilden dile dolaşan bir başka öykü de "Eğri minare” hikâyesidir. Anlatıya göre, Süleymaniye Camii inşaatı bitip açılış günü geldiğinde, kalabalığın içinde bir çocuk minarelerden birini göstererek "Bakın, şu minare eğri!" diye bağırır. Oradakiler çocuğun sözüne pek ihtimal vermese de bu laf kulaktan kulağa Mimar Sinan'a kadar ulaşır. Usta mimar hemen birkaç işçiyi çağırır, uzun halatları minareye bağlatır ve çocuğa dönüp "Evladım, göster bakalım hangi minare eğri" der. Çocuk eğri gördüğü minareyi işaret edince Sinan halatları gerdirterek "Çekin, düzeltelim!" diye emir verir. İşçiler halatları asıldıkça çocuk bir süre sonra "Tamam, şimdi düz oldu!" diye sevinçle bağırır. Sinan halatları çözdürür ve minare düzeltilmiş olur. Oradaki herkes gibi Sinan'ın kalfası da aslında minarenin baştan beri dimdik olduğunu bilmektedir. Neden böyle bir şey yaptığı sorulduğunda Sinan'ın verdiği cevap çok manidardır: "Elbette biliyorum minarede eğrilik olmadığını. Ama bir çocuğun zihninde 'eğri' intibaı kalmasına izin veremezdim. Öyle bırakıp gitseydi her yerde bu minare eğri diye anlatacak, zamanla insanlar gerçekten eğri olduğuna inanacaktı" der. Bu nükteli hikâye, Sinan'ın halkın algısını ve psikolojisini de önemsediğini, gerektiğinde onlar için temsili bir düzeltme yapmaktan çekinmediğini gösterir. Sonuçta "Eğri minare" düzeltilmiş, herkes gönül rahatlığıyla camide ibadet etmiştir.
İlham Veren Matematik ve Geometri
Süleymaniye Camii'nin tasarımında saklı olan matematiksel oranlar ve sembolik ölçüler de son yıllarda merak konusu olmuştur. Bazı araştırmacılar, Sinan'ın eserinde altın oran gibi estetik kriterleri gözettiğini ve hatta belli bilimsel sabitlere göndermeler yaptığını öne sürer. Örneğin caminin ana kubbe çapı ile yükseklik oranının, yine minare yüksekliği ile avlu genişliği oranının Altın Oran'a yakın değerler verdiği belirtilir. Hatta caminin bazı ölçülerinde π (pi) sayısı ya da e (Euler sayısı) gibi matematik sabitlerine referanslar bulanlar olmuştur. Bunların ne kadarının kasıtlı tasarım olduğu bilinmez, ancak Sinan'ın yapı sanatında geometriye ve simetriye verdiği önem tartışmasızdır. Nitekim caminin planının mükemmel bir eşkenar üçgene oturduğu, kütle dağılımının piramit formunda yükseldiği ve kütle merkezinin yapının tam üçte birlik yüksekliğinde bulunduğu hesaplanmıştır. Bu da, Mısır piramitleri gibi kadim yapıların prensipleriyle ortak noktalar olabileceğini akla getirir. Böyle detaylar, Süleymaniye'ye dair merakı olanlar için yapının gizemini ve cazibesini artırmaktadır.
Yatla Boğaz'dan Keşif
İstanbul'un yedi tepesinden birinde, zarafetle gökyüzüne yükselen Süleymaniye Camii, sadece bir ibadethane değil; şehre tepeden bakan bir sessizlik, geçmişin taşlara sinmiş hali gibidir. Haliç ile Boğaz'ın birleştiği noktada yer alan bu büyük cami, İstanbul'un silüetine mühür gibi basılmıştır. Ancak bu yapının gerçek etkisini anlamak için ona yalnızca karadan değil, bir de denizden bakmak gerekir. Bu yüzden İstanbul'da yat kiralamak, Süleymaniye'nin büyüsünü farklı bir açıdan keşfetmek isteyenler için eşsiz bir yoldur.
Bir yatla Boğaz'da ilerlerken, tarihi yarımadanın üzerindeki minareler ve kubbeler yavaş yavaş belirir. Bunlar arasında en vakur ve dikkat çekici olan ise Süleymaniye Camii'dir. Dört minaresiyle dengeli bir biçimde göğe uzanan cami, deniz seviyesinden bakıldığında adeta bir taç gibi görünür. Özellikle gün batımında cami silüeti arkasında turuncuya çalan gökyüzüyle birleşince ortaya çıkan görüntü, İstanbul'un zamana karşı verdiği estetik bir cevap gibidir.
Günümüzde saatlik yat turu seçeneklerinin artmasıyla birlikte, kısa süreli bir yat kiralamanız, bu eşsiz manzarayı özgürce izleyebilmenizi sağlar. Kalabalık turlara kıyasla size özel bir teknede, rotayı dilediğiniz gibi belirleyebilir; dilediğiniz noktada durup Süleymaniye Camii'ne Boğaz'ın ortasından uzun uzun bakabilirsiniz. O an, teknenin güvertesinde otururken yalnızca bir mimariye değil, bir medeniyetin izine tanıklık ettiğinizi hissedersiniz.
Denizden bakıldığında Süleymaniye'nin piramit benzeri silueti, arkasındaki şehir dokusuyla birlikte bambaşka bir anlam kazanır. Yüzyıllardır şehre yukarıdan bakan bu yapı, su seviyesinden izlendiğinde daha da heybetli görünür. Eğer siz de şehrin ruhunu sadece yürüyerek değil, uzaktan bakarak da keşfetmek isterseniz,
yat kiralamayı ciddi bir alternatif olarak düşünebilirsiniz. Çünkü bazı yapılar, onlara uzaktan bakıldığında daha fazlasını fısıldar.
Süleymaniye'yi tekneyle geçerken ağır ağır ilerlemek, sadece bir Boğaz turu değil; bir döneme, bir kültüre saygı duruşu gibidir. Tarihte padişahların sefere çıktığında ya da yabancı elçilerin İstanbul'a geldiğinde gördüğü ilk yapılardan biri olan bu cami, bugün hâlâ aynı selamı denizden geçenlere sunar. Ve bu selamı en yakından hissedebilmek için kısa süreli bir yat kiralayarak Boğaz'ın ortasında bu muhteşem yapıyla baş başa kalabilirsiniz.
İstanbul'un camiler, saraylar ve kulelerle dolu silüetinde Süleymaniye'nin duruşu apayrıdır. Onun dengeli minareleri, yüksek kubbesi ve sade ihtişamı en net haliyle teknenin güvertesinden izlenir. Eğer İstanbul'u bir kartpostal gibi değil de bir hikâye gibi yaşamak istiyorsanız, o hikâyeye denizden bakarak başlamalısınız.